31 Temmuz 2013 Çarşamba

Yılmaz Özdil ( Haşlanmış mısır)

Haşlanmış mısır

30 sene yalakalık yaptılar.
30 sene Mübarek’in ne kadar mübarek bi adam olduğunu yazdılar.

*

Hatta, bi seferinde Mübarek ABD’ye Ortadoğu zirvesine gitmişti. Hatıra fotoğrafı çekildiğinde Obama öndeydi, arkasında Netanyahu’yla Mahmud Abbas vardı, onların arkasında da Kral Abdullah’la Mübarek duruyordu. El Ahram gazetesi makyaj yaptı. En arkada duran Mübarek’i çıkardı ordan, en öne monte etti. Birinci sayfasına bu şekilde koydu.

*

En önce onlar sattı!

*

Ordu yönetime el koyar koymaz “Mübarek’in şu kadar milyar doları var, paraları şuralara kaçırdı” manşetleri attılar. Genelkurmay başkanı gitti Mübarek’in yerine oturdu, “darbe” demediler, “halk devrimi” dediler. Genelkurmay başkanını yalamaya başladılar, demokrasi getirdi dediler.

*

Darbeci genelkurmay başkanı bi soruşturma açtı. Başta El Ahram gazetesi... Yalaka Mısır basınının sadece yalakalık yapmakla kalmadığı, Hüsnü Mübarek’e altın saatler, eşi Suzan Mübarek’e mücevherler, çantalar hediye ettiği ortaya çıktı. 3 milyon dolarlık hediye vermişlerdi.

*

Utanmadan mahkemede şikâyetçi oldular. “Mübarek’ten korktuğumuz için yalakalık olsun diye hediyeler verdik” dediler. Hediye paralarını mahkeme kararıyla Mübarek’ten geri aldılar iyi mi...

*

Şeriatçı Mursi geldi.
Bu sefer Mursi’ye yılıştılar.
Gelen ağam giden paşamdı.
Mursi’den önceki genelkurmay başkanının memleketi batırdığını, iflas ettirdiğini yazdılar. Mursi’nin şeriatçı değil, ileri demokrat olduğunu yazdılar. Mursi’nin göreve getirdiği yeni genelkurmay başkanının “dindar” olduğunu, Mursi’ye gönülden bağlı olduğunu, demokrasi adına muhteşem bir tercih olduğunu yazdılar.

*

Mursi kendini firavun ilan etti.
Dindar general darbe yaptı.

*

Eskiden darbe olduğunda televizyonları filan ele geçirirlerdi. Artık buna gerek yoktu. Darbeci genelkurmay başkanı basın toplantısı yaptı. Yalaka medya naklen yayınladı.

*

Kıssadan hisse...
Kimi ibret alır, kimi koçanı.

Yılmaz Özdil ( Pala’vra )

Pala’vra
Abdülmecid dedemiz proje çizdi.
Kanuni 30 sene ata bindi.
Bizanslı hanımlar Fatih’e hastaydı.
İçki yasağı 4’üncü Murad yadigârı.
*
Ne diyor veziriazamımız?
Mehter varsa Mehter çalın, 10’uncu Yıl Marşı’yla asabımı bozmayın.
*
İngiliz dergisi tarafından Padişah 3’üncü Selim şeklinde kapak yapılan başbakanımız... ABD Başkanı’na Arap harfleriyle Barack Hüseyin Obama yazılmış levha hediye etti.
*
Abdülhamid’e doktora verildi.
Yavuz Sultan Selim’in temeli atıldı.
2’nci Bayezid tarafından kurulan Okçular Tekkesi yeniden açıldı.
Topçu Kışlası’nı dikeceğiz.
Osmanlı bayrağı açabilirsiniz.
Polis, adeta yeniçeri.
Dalkavuk ararsan, gani.
*
Bi “başıbozuk” eksikti.
“Pala” çıktı.
Konsept tamamlandı.
*
Demokrasimiz ileri’den...
Gelişmeler hep geri’den.
*
Geriden ileri demokrasi...
Durmak yok pala’vraya devam.

Yılmaz Özdil ( Dış’işleri )

Dış’işleri
Mavi Marmara’yı bastılar.
Başbakanımız Latin Amerika’daydı.
Şili’yi geziyordu.
Derhal yurda döndü.
Kriz zirvesi topladı.
*
Mısır’da darbe oldu.
Mübarek’i devirdiler.
Başbakanımız Ukrayna’daydı.
Derhal yurda döndü.
Kriz zirvesi topladı.
*
Libya’nın patlamasına sadece 24 saat kala... Trablus Büyükelçiliğimizin resmi internet sitesinden duyuru yayınlandı. “Büyükelçiliğimizle temasa geçen vatandaşlarımız, Libya’daki asayiş hakkında sorular yöneltmektedir, Libya’da güvenlik ve istikrar bakımından sıkıntı yaşanmamaktadır, Libya’da iş yapan şirketlerimizin endişe duymalarını gerektirecek herhangi bir durum kesinlikle yoktur, vatandaşlarımızın müsterih olmaları tavsiye olunur” denildi.
*
24 saat sonra...
Libya’da içsavaş çıktı, 30 bin Türk vatandaşı mahsur kaldı, yukardaki duyuruyu yayınlayan bizim büyükelçi Tunus’a kaçtı, NATO Libya’yı bombaladı, Kaddafi’yi katlettiler, ABD Büyükelçisi’ni linç ettiler.
*
Suriye, savaş uçağımızı vurdu.
Başbakanımız Brezilya’daydı.
Derhal yurda döndü.
Kriz zirvesi topladı.
*
Şehit pilotlarımızın anca postalını bulduk.
Amerikalılar13 gün sonra cenazelerini buldu.
Başbakanımız Bodrum’daydı.
Tatilini yarıda kesti.
Cenaze törenine katıldı.
*
Mısır’da darbe oldu.
Mursi’yi devirdiler.
Başbakanımız Urla’daydı.
Tatilini yarıda kesti.
Kriz zirvesi topladı.
*
Dış’işleri diye buna derim ben.
Hep dışarda.
*
Dünyadan bi haber...
Dünyayı bu kadar “öngöremeyen” bi başka memleket var mı dünyada?

Yılmaz Özdil ( Karanfil yasak pala serbest )

Karanfil yasak pala serbest
Karanfille gezersen, tutukluyorlar.
Palayla saldırırsan, bırakıyorlar.
*
Şaka gibi di mi.
*
Anlatayım ben size şakayıkaranfili.
*
Antalya, Expo 2016 Botanik Fuarı’na ev sahipliği yapacak. “Sembol çiçek” seçmek gerekiyor. Bilimsel bir yol izleniyor. Akdeniz Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölümü’nden Profesör İbrahim Baktır, Peyzaj Mimarlığı Bölümü’nden Profesör Sibel Mansuroğlu gibi yetkin isimlerden kurul oluşturuluyor. Altı aday belirleniyor. Karanfil, kardelen, papatya, püren, iris ve nergis... Halkoylamasına sunulacak.
*
Tarım Bakanlığı aday çiçekleri inceliyor, dördünü eliyor, karanfille papatyayı bırakıyor, şakayık ve menekşeyi ilave ediyor. Biliminsanları ayağa kalkıyor. Şakayık nerden çıktı? Antalya’yla alakası yok. Hatta, Türkiye’yle bile pek alakası yok. Resmen Çin’in sembolü... Peki, Antalya’da yetişmez mi? Yetiştiren yok. İlla yetiştireceğim dersen, zorlamayla belki yetiştirebilirsin ama, nisanda yetiştirmen imkânsız. Fuar nisanda yapılacak. İklim itibariyle en geç bir haftada kurur, rezil-i rüsva olunur.
*
Neyse...
İnternetten halkoylaması yapılıyor. Karanfil açık ara birinci geliyor, öbürlerine fark atıyor. Çok normal. Çünkü hem Antalya’nın hem Türkiye’nin çiçeği karanfil... Sırf Antalya’dan senede 450 milyon dal karanfil ihraç ediliyor. Çiçekçiliğimizin bir numarası... Bu fuar sayesinde tescillenecek, Türkiye’yle özdeşleşecek.
*
Ve, Tarım Bakanımız basın toplantısı düzenliyor, sembol çiçeğimizi açıklıyor... Şakayık!
*
Halkoylamasıymış, demokrasiymiş, bilimmiş filan, hikâyedir... AKP budur.
*
Konu ne olursa olsun.
Senin ne düşündüğünün...
Evrensel değerlerin, kanıtlanmış gerçeklerin önemi yoktur.
Onun canı nasıl isterse, odur.

Yılmaz Özdil ( bacak Arası )

Bacak arası
TBMM çatısı altında CHP milletvekiline “senin a...ına koyarım, o...spu çocuğu, senin ananı s...rim” diye bağıran AKP milletvekili Zeyid Aslan, bu sefer kadın gazetecilere saydırdı. TBMM kulisinde uyurken fotoğrafları yayınlanan Zeyid Aslan, “bu yaptığınızı gazetecilik mi sanıyorsunuz, ben de sizin bacak aranızı çekip gazeteye bastırsam, bunların doğal hali bu diye, ahlaksız olurum değil mi? Ama sizinki gazetecilik oluyor” diye bağırdı.
*
Seneler evvel...
*
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okuyan bir grup muhafazakâr erkek arkadaş vardı. Havalar güzelleşince topluca denize gidiyorlardı. Ancak, mayo giymeye utanıyorlardı. Kimisi eşofmanla giriyordu denize, kimisi de kot pantolonu kesip bermuda haline getiriyordu. Baktılar olacak gibi değil, model tasarladılar, özel dikim yaptırdılar, ortaya haşema çıktı.
*
(Yağlı güreşçi kispetine benzeyen, dize kadar inen haşemalar, önceleri sırf erkekler için üretiliyordu. AKP’nin yükselişiyle beraber, Ninja kıyafetine benzer şekilde, kadınlar için de üretildi. Tesettür mayolarının hepsine birden haşema deniyor ama, aslında tescilli bir markanın ismi Haşema.)
*
(Anlamı ne derseniz? Rivayet muhtelif. İsim babası, Haşema Tekstil’in sahibi Mehmet Şahin... Haşemayı arkadaşlarıyla birlikte icat eden ve ticari ürüne dönüştüren Mehmet Şahin “Türkçede haşema diye bir kelime yok. Literatüre biz soktuk. Kafamda bir açılımı varsa bile, söylemem. Ben söylemediğim için, şu anda bir anlamı yok” diyor. Parantezi kapatıp, devam edelim.)
*
Haşema’yı icat eden hukuk fakültesi öğrencileri, Teklif ismiyle dergi çıkarıyordu. Haşema’nın reklamlarını bu dergide yayınlamaya başladılar. “Yazın kilonuzu boyunuzu, gönderelim mayonuzu” sloganını kullanıyorlardı. İstanbul Üniversitesi iktisat ve edebiyat fakültelerinden, bilahare İTÜ’den talepler gelmeye başladı. Satıştan elde ettikleri gelirle derginin masraflarını karşılıyorlardı. Söz konusu dergide yazar, editör 50 civarında öğrenci çalışıyordu. Çoğu AKP’den belediye başkanı oldu, milletvekili oldu.
*
Haşemayı icat eden derginin amatör gazeteci kadrosundan biri kimdi biliyor musunuz?
Zeyid Aslan.
*
Ana avrat dümdüz gidebilirsin, kadınlara bacak aranı filan diyebilirsin ama... Mayo giyince utanıyor yani insan!

Yılmaz Özdil ( MUSA )

Musa
15 yaşında...
Çok başarılı öğrenciydi Musa.
Öğretmen olmak istiyordu.
Sabahtan okuluna gidiyor...
Öğleden sonra çobanlık yapıyordu.

*
Gene öyle bir sabah, çıktı ağıldan bozma, tek göz oda evinden kör karanlıkta, yürüye yürüye, 2 kilometre, sırtında çantası, şehirlerarası asfalta geldi. İzmir Aliağa’ya bağlı Kapıkaya köyünde yaşıyordu. Köyde okul yok. Okul Yenişakran’da... Türkiye’nin en batı ucunda, bütün yatırımlar oraya yapılıyor denilen coğrafyada, Türkiye’nin en doğusundaki yaşıtlarıyla aynı kaderi paylaşıyordu; taşımalı eğitim... Servis bekliyordu. Yakaladı yakaladı... Kaçırırsa okuluna gitmesi imkânsızdı. O nedenle, gün doğmadan kalkıyor, en az 2 saat yolu hesap ederek, saat 6 gibi asfaltta oluyordu.
Aha göründü servis minibüsü... Manisa’nın Karaahmetli köyünden başlıyor, çocukları toplaya toplaya, en son Musa’yı alıyor, Yenişakran’a varıyordu. İçeride, biri şoför, biri engelli çocuğuna refakat eden anne, toplam 27 çocuk. Musa 30’uncu... Durdu önünde her sabahki gibi, bindi Musa, hareket ettiler. Ama bir acayiplik vardı. Şoför döndü Musa’ya öfkeyle “bak seni almak için durduk, fren patladı, niye rampada duruyorsun, 100 metre yürüyüp düzlükte dursana!” diye bağırdı. Yer kalmadığı için ayakta dikilen Musa, büktü boynunu. Ne desin. Zaten bütün çocuklar ona suçlu gibi bakarken ne diyebilirdi ki? Bir ara göz göze geldi en sevdiği sınıf arkadaşı Hidayet’le... Gülümsedi Hidayet, şöyle bir salladı elini havada “boşver” manasında, “boşver, üzülme...”
Dandik asfaltta haldır haldır gitmeye başladılar. 1 kilometre, 2 kilometre, 3 kilometre... Yenişakran’a 4 kilometre kala, olanlar oldu. Trafolar bölgesinde dik yokuşun sonundaki sert viraja daldı minibüs... “Fren boşaldı” diye bağırdı şoför, savruldular, korkuluk morkuluk yok tabii, uçtular Tütünlü Deresi’ne... Önce çığlıklar, 3 takla, 5 takla, darmadağın oldu, zaten darmadağın haldeki minibüs...
Sonra trajik sessizlik.
İsmail oracıkta öldü. 9 yaşındaydı. Recep öldü, Murat öldü. 15’indeydiler. Ve, gülümseyerek kan kardeşine moral vermeye gayret eden Hidayet... Ambulanslar geldiğinde hâlâ nefes alıp veriyordu. Hastane, ameliyat, olmadı... Hidayet de gitti.
Ya Musa?
Kafası yarılmıştı, sağ el bileği ezik... Hatta, o feci kazanın haberini yapan gazeteler, Musa’nın bandajlı fotoğrafını koymuşlardı, “açılan kapıdan fırladı, kurtuldu” diye.
Kurtulmuştu Musa. Sağ çıkmıştı o tabut minibüsten. Ama kâbuslardan kurtulamadı. Hidayet her gece rüyasına giriyor, gene gülümseyerek “boşver, üzülme” diyordu ama, şoförün “bak seni almak için durduk!” diye bağırması kulaklarından gitmiyordu, çın çın... Bıraktı okulu. Gitmedi bi daha.
Bir sene sonra... Bilirkişi, en fazla 12 yaşında olması gereken servis minibüsünün, daha eski, 15 yaşında olduğunu, frenlerin kazadan çok önce patlak olduğunu tespit etti. Balatalar erimişti. Aslında servis minibüsü bile değildi, öyle olsaydı, “S” plaka taşımalıydı, taşımıyordu. Buna rağmen, hiç kimse şikâyetçi olmadı. Savcı hariç... Kamu adına dava açtı, bilirkişi raporunu koydu hâkimin önüne, hâkim de, hiç tereddüt etmeden 10 sene hapis verdi şoföre... Giden gitmişti ama, hiç olmazsa suç cezasız kalmamıştı.

*
Ve, önceki gün yıldönümüydü. Kapıkaya köyünün kabristanında anma töreni yapıldı. İsmail, Recep, Murat ve Hidayet’in ardından dualar edildi. Musa da oradaydı. Gene kenarda, gene boynu bükük. Ve gene, bir senedir her gördüğüne söylediği gibi, “benim yüzümden, keşke düzlükte dursaydım, benim yüzümden” diye ağlıyordu. Ne büyükleri teselli edebiliyordu onu, ne mahkemenin verdiği adil karar rahatlatabilmişti vicdanını, ne de rüyasında “boşver” diye gülümseyen Hidayet.
*
Bitti tören, gitti evine.
Astı kendini Musa.
Bir sene dayanabilmişti buna.

*
4 sene evvel, 2009’da yazmıştım bu yazıyı... Sorumlusu oldukları felaketlerin suçunu başkalarına yükleyen sorumsuz siyasetçiler için yazmıştım.
Harakiri yapmanızı beklemiyoruz ama, Musa’nın yüreğinden utanın, sorumlusu olduğunuz felaketler nedeniyle bari bi özür dileyin demiştim.
*
4 sene sonra, dün... Bi mektup geldi.
*
“Sayın Yılmaz Özdil, bu yazıyı yazmak benim için çok zor ama size bilgi vermem gerektiğini düşündüm. Musa’nın davasına bakan Karşıyaka 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin heyetinde hâkim olarak bulunmuştum.
Yargılama boyunca titiz çalışma yürüttük. Suçu ve suçluyu ortaya çıkardık. Sanığın, kullandığı servis aracının bakımlarını yaptırmadığını, fren sistemlerinin tamamen bitmiş olmasına ve bu durumu bilmesine rağmen, aracı kullanmaya devam ettiğini ortaya koyduk. Aracın sürücüsüne ‘bilinçli taksirle ölüme neden olmak’ suçundan emsal davalarda çok rastlanmayan miktarda (10 yıl) hapis cezası verdik. Verilen ceza Yargıtay incelemesinden de geçerek onaylandı ve kesinleşti.
Gayet iyi iş çıkardığımızı düşünmüştüm. Ancak, Musa’yı fark edemedik. Onun, bu suçtan duyduğu pişmanlığı, acıyı göremedik ve onun için yapılması gerekenleri yapmadık. Sonunda Musa, kendi mesajını ve kendisi gibi suç mağduru olanların görülmesi gerektiği mesajını canını önümüze atarak verdi.
2005 yılından beri çocuk adalet sistemine ilişkin çalışıyorum. Bir dönem Adana Çocuk Mahkemesi hâkimliği yaptım. Yargı sisteminin, suç işleyen veya suçun mağduru olan çocuklar bakımından iyileştirilmesi için pek çok çaba gösterdim. Bunları şunun için söylüyorum: Benim gibi, adalet sistemi içindeki çocuklara duyarlılığı yüksek olan, onları fark ettiğini düşünen, çocukların korunması için çaba sarf eden bir hâkim bile Musa’yı göremedi. Korunması gerektiğini, psikolojik yardım için önlem alınmasını akıl edemedi.
Meslek hayatımın en acı deneyimini hiçbir zaman unutmayacağım.
Musa’nın sorumluluğunu sırtımda hep taşıyacağım.
Size bildirmek istediğim şeye gelince; Musa’yı geri getirmeyecek ama, onun gibi başka çocukların da olmaması, fark edilmesi için, çocuk adalet sisteminin iyileştirilmesine ilişkin çalışmalara katılmaya devam ediyorum.
Bu kapsamda; Adalet Bakanlığı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Adalet Akademisi ve UNICEF tarafından bir eğitim çalışması yapılıyor.
Çocuk adalet sisteminde çalışan 850 hâkim, cumhuriyet savcısı ve sosyal çalışmacı eğitime tabi tutulacak. Bu eğitim, 70 hâkim, cumhuriyet savcısı ve sosyal çalışmacı tarafından verilecek. Bu 70 kişinin yetiştirilmesine ilişkin eğitim çalışmalarını içlerinde bulunmaktan gurur duyduğum bir ekip yürütüyor. Yetiştirilen eğiticiler tüm Türkiye’de eğitimler verecek ve yargı sistemine giren çocukların ihtiyaçlarının fark edilmesi için duyarlılık yaratacaklar.
Eğitimcilerin eğitimi için yapılan çalışmanın birinci aşaması 26 Haziran-4 Temmuz arasında Eskişehir’de yapıldı. Eğitimin bir oturumunu Musa’ya ayırdık. Bu oturumda ‘Musa’ başlıklı yazınızı okuyup, çocukların korunmasında çocuğun fark edilmesinin temel ihtiyaç olduğunu ortaya koyuyoruz. Görevimizi gereği gibi yapmadığımız takdirde ortaya çıkan acı sonucu görüp, her defasında tekrar sarsılıyoruz.
Böylesi bir okuma ve tartışma benim için çok ağır olsa da, adalet sistemine giren çocukların fark edilmesini sağlamak bakımından son derece öğretici bir örnek olduğu için çalışmanın içinde tutmaya devam ediyoruz.
Vicdani sorumluluğumu kaldırmaya yetmeyecek ama, Musa için hiç olmazsa bunu yapabildiğim için bir parça rahatlıyorum. Sizinle paylaşmak istedim.
Murat Aydın
Hâkim, İzmir, Karşıyaka Adliyesi”

*
Pazar pazar canınızı sıkmak istemezdim ama...
Çocuklarımızın, Ethem’lerin Abdullah’ların Ali’lerin, canlarını önümüze atarak mesajlarını verdikleri şu günlerde... Vicdan sahibi hukukçuların var olduğunu bilmenizi istedim.

Yılmaz Özdil (ayva Yaprağı)

Ayva yaprağı
Geçen yıl temmuz...
Şike savcısı tarihi itirafta bulunmuştu. “Ben Balyoz davasında da çalıştım, şike davasını açtığımız zaman bunun da Balyoz davası gibi 3-4 ay konuşulup biteceğini sandık, ama yanıldık” demişti. Alabildiğine hazin, bir o kadar da gerçekçi tespitti.
*
Bakın mesela, gene temmuz...
UEFA’daki şike davası manşetlerde.
Yargıtay’daki Balyoz davasından
satır yok.
*
E yaz ortasında penguenliğin de âlemi yok.
Zaten nicedir özlemiştim.
Maltepe’deki arkadaşlarıma gittim.
*
Ön bahçede, tel örgüyle bina arasındaki dört beş metrekarelik boşlukta dut ağacı var. Altına bi masa, sekiz-on sandalye sığıyor. Gölgesine oturduk. Çocuklardan konuştuk.
Kimisi ilkokula başlıyor bu yıl, kimisi yaşadığı kâbusa rağmen üniversite sınavında derece yaptı; Denizhan seninle gurur duyuyoruz. Ece oradaydı. Rüya oradaydı. Cansu ve Aysu geldi. Efe geldi. Beril geldi. Elif geldi. Naz geldi. Ege, Atahan, Cenkay, Omayra geldi. Beray nerede yahu dedim. Meğer, altı yaşındaki bızdığım çarşamba günü uğramış babacığına. Denk gelemedim bu defa sarılmaya.
*
Gezi Parkı’ndan, oradaki gençlik hatıralarından, ağaçlardan filan laflarken... Bi kitap ayracı getirdiler. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi, ayva ağacının yapraklarından hazırlamışlar. Hani, nüfus cüzdanlarını ehliyetleri falan şeffaf plastikle kaplarız ya, öyle... İki yaprak, üstünde Mustafa Kemal’in imzası var, altında bi not, “gölgesinde oturduğumuz ayva ağacının yaprakları, Maltepe, 2013”yazıyor.
*
İyi de bu ağaç dut değil mi?
Arka bahçeye götürdüler beni.
Ayva ağacı orada.
Ve, o ayva ağacını oraya Ataol Behramoğlu dikmiş iyi mi... Ataol ağabeyi zamanında buraya tıkmışlar, hayata küseceğine hayatı yeşertmiş, ayva fidanı dikmiş. Ve, yazmış.
*
Maltepe askeri cezaevinin avlusunda, sisler içindeki Büyükada’nın karşısında, oturmuş yazarım bu şiiri. / Eylül başlarında bir cumartesi sabahı, lodos titretiyor ağaçları, yağmur geceden yıkamış çiçekleri / gökyüzü mavi, bulutlar beyaz, ardından baharın geçti koca bir yaz, hapisteyiz hâlâ ve güzün ilk serinlikleri / avlunun dört yanı dikenli teller, tellerin gerisinde nöbetçiler bekler, kapanır uykusuzluktan gözleri / on gündür çocuk sesi duymadım, özledim “baba” deyişini kızımın, özledim beni görünceki sevincini / hayatım benim, kırk yıllık hayatım, seni başarabildiğimce dürüst yaşadım, içim burada da pırıl pırıl şimdi / geçer, güzelim, bu günler de geçer, sökülüp
atılır dikenli teller, koparır halk bir gün zincirlerini...

*
Büyük ozan’ı iftirayla askeri cezaevine tıkacaksın, kızının baba deyişini özleyecek, fidan dikecek, ağaç olacak, gün gelecek pırıl pırıl kurmay albayları iftirayla aynı askeri cezaevine tıkacaksın, o ağacın gölgesinde oturacaklar, baba deyişini özledikleri evlatlarına, o ağacın yapraklarından kitap ayracı yapacaklar...
*
Türkiye niye hâlâ film çevirmek için senaryo arar, inanın bilmiyorum.
*
Ve, o ağacın gölgesinde oturan arkadaşlarımdan biri roman yazdı. İsmi, Kapı... Son rötuşları yapıyor, baskıya göndermeden önce göz atmam için bana verdi. İki gecede yuttum. Sürprizi kaçmasın diye detay anlatmıyorum ama... Sanırım o gölgesinde oturdukları ağacın sihri var. Yıllardır bu kadar iyi kalem okumadım.
*
“Onu, ne zaman sona ereceğini bilmediğim bir özlemle tel örgülerin ardından her gördüğümde, içimdeki ses şunu fısıldadı; ben dünyanın en şanslı insanıyım...”
*
Böyle başlıyor... Haksız muameleye maruz bırakılan “üvey askerlere” ve onların ailelerine adanıyor.
*
İki senedir burdalar. İki senedir hapisler. Hiç bu kadar moralli, hiç bu kadar neşeli görmemiştim onları. Çünkü, Yargıtay’daki davayı son olarak değil, başlangıç olarak görüyorlar. “Ankara’da hâkimler var” diyorlar. Hakikatin, topallayarak da olsa hedefine varacağını düşünüyorlar.
*
Peki, sen ne düşünüyorsun derseniz?
*
Sarılıp ayrılırken, Yargıtay’a verdiği son savunmayı elime tutuşturdu içlerinden biri... O son savunmanın, bana göre her şeyi özetleyen son satırlarını aktarayım sizlere... “Sayın hâkimler, suçun işlendiği anda başka yerde olduğumu, suç aletinin var olmadığını, suçun benim tarafımdan yapılmış olamayacağını resmi belgeler, bilimsel raporlar, bilirkişi raporları, uluslararası resmi belgeler ve tanıklarla ispat ettim. İki yılda toplam 4 dakika konuştum, bana tek bir soru dahi sorulmadı, hiçbir talebim kabul edilmedi. Sizlere tüm içtenliğimle soruyorum. Suçsuzluğumu ispat etmek için daha ne yapabilirim? Gerçek anlamıyla mesleğinin erdemlerini kalbine, aklına, vicdanına yerleştirmiş, insan sevgisi üzerinden adaleti dağıtan bir hâkime rastlayabilmek için Allah’a dua etmekten başka yapılabilecek bir şey var mı? Cevabınız, benim ve ailem için çok önem taşıyor.”
*
Kucaklaştık tek tek.
Her zamanki gibi tel örgülerin ardından el sallayarak uğurladılar beni.
*
Her zamanki gibi onları orada bırakmanın hüznüyle... Ama ilk kez, onları orada son kez ziyaret etmiş olmanın ümidiyle ayrıldım oradan. Hepinize selamları var.