31 Temmuz 2013 Çarşamba

Yılmaz Özdil ( MUSA )

Musa
15 yaşında...
Çok başarılı öğrenciydi Musa.
Öğretmen olmak istiyordu.
Sabahtan okuluna gidiyor...
Öğleden sonra çobanlık yapıyordu.

*
Gene öyle bir sabah, çıktı ağıldan bozma, tek göz oda evinden kör karanlıkta, yürüye yürüye, 2 kilometre, sırtında çantası, şehirlerarası asfalta geldi. İzmir Aliağa’ya bağlı Kapıkaya köyünde yaşıyordu. Köyde okul yok. Okul Yenişakran’da... Türkiye’nin en batı ucunda, bütün yatırımlar oraya yapılıyor denilen coğrafyada, Türkiye’nin en doğusundaki yaşıtlarıyla aynı kaderi paylaşıyordu; taşımalı eğitim... Servis bekliyordu. Yakaladı yakaladı... Kaçırırsa okuluna gitmesi imkânsızdı. O nedenle, gün doğmadan kalkıyor, en az 2 saat yolu hesap ederek, saat 6 gibi asfaltta oluyordu.
Aha göründü servis minibüsü... Manisa’nın Karaahmetli köyünden başlıyor, çocukları toplaya toplaya, en son Musa’yı alıyor, Yenişakran’a varıyordu. İçeride, biri şoför, biri engelli çocuğuna refakat eden anne, toplam 27 çocuk. Musa 30’uncu... Durdu önünde her sabahki gibi, bindi Musa, hareket ettiler. Ama bir acayiplik vardı. Şoför döndü Musa’ya öfkeyle “bak seni almak için durduk, fren patladı, niye rampada duruyorsun, 100 metre yürüyüp düzlükte dursana!” diye bağırdı. Yer kalmadığı için ayakta dikilen Musa, büktü boynunu. Ne desin. Zaten bütün çocuklar ona suçlu gibi bakarken ne diyebilirdi ki? Bir ara göz göze geldi en sevdiği sınıf arkadaşı Hidayet’le... Gülümsedi Hidayet, şöyle bir salladı elini havada “boşver” manasında, “boşver, üzülme...”
Dandik asfaltta haldır haldır gitmeye başladılar. 1 kilometre, 2 kilometre, 3 kilometre... Yenişakran’a 4 kilometre kala, olanlar oldu. Trafolar bölgesinde dik yokuşun sonundaki sert viraja daldı minibüs... “Fren boşaldı” diye bağırdı şoför, savruldular, korkuluk morkuluk yok tabii, uçtular Tütünlü Deresi’ne... Önce çığlıklar, 3 takla, 5 takla, darmadağın oldu, zaten darmadağın haldeki minibüs...
Sonra trajik sessizlik.
İsmail oracıkta öldü. 9 yaşındaydı. Recep öldü, Murat öldü. 15’indeydiler. Ve, gülümseyerek kan kardeşine moral vermeye gayret eden Hidayet... Ambulanslar geldiğinde hâlâ nefes alıp veriyordu. Hastane, ameliyat, olmadı... Hidayet de gitti.
Ya Musa?
Kafası yarılmıştı, sağ el bileği ezik... Hatta, o feci kazanın haberini yapan gazeteler, Musa’nın bandajlı fotoğrafını koymuşlardı, “açılan kapıdan fırladı, kurtuldu” diye.
Kurtulmuştu Musa. Sağ çıkmıştı o tabut minibüsten. Ama kâbuslardan kurtulamadı. Hidayet her gece rüyasına giriyor, gene gülümseyerek “boşver, üzülme” diyordu ama, şoförün “bak seni almak için durduk!” diye bağırması kulaklarından gitmiyordu, çın çın... Bıraktı okulu. Gitmedi bi daha.
Bir sene sonra... Bilirkişi, en fazla 12 yaşında olması gereken servis minibüsünün, daha eski, 15 yaşında olduğunu, frenlerin kazadan çok önce patlak olduğunu tespit etti. Balatalar erimişti. Aslında servis minibüsü bile değildi, öyle olsaydı, “S” plaka taşımalıydı, taşımıyordu. Buna rağmen, hiç kimse şikâyetçi olmadı. Savcı hariç... Kamu adına dava açtı, bilirkişi raporunu koydu hâkimin önüne, hâkim de, hiç tereddüt etmeden 10 sene hapis verdi şoföre... Giden gitmişti ama, hiç olmazsa suç cezasız kalmamıştı.

*
Ve, önceki gün yıldönümüydü. Kapıkaya köyünün kabristanında anma töreni yapıldı. İsmail, Recep, Murat ve Hidayet’in ardından dualar edildi. Musa da oradaydı. Gene kenarda, gene boynu bükük. Ve gene, bir senedir her gördüğüne söylediği gibi, “benim yüzümden, keşke düzlükte dursaydım, benim yüzümden” diye ağlıyordu. Ne büyükleri teselli edebiliyordu onu, ne mahkemenin verdiği adil karar rahatlatabilmişti vicdanını, ne de rüyasında “boşver” diye gülümseyen Hidayet.
*
Bitti tören, gitti evine.
Astı kendini Musa.
Bir sene dayanabilmişti buna.

*
4 sene evvel, 2009’da yazmıştım bu yazıyı... Sorumlusu oldukları felaketlerin suçunu başkalarına yükleyen sorumsuz siyasetçiler için yazmıştım.
Harakiri yapmanızı beklemiyoruz ama, Musa’nın yüreğinden utanın, sorumlusu olduğunuz felaketler nedeniyle bari bi özür dileyin demiştim.
*
4 sene sonra, dün... Bi mektup geldi.
*
“Sayın Yılmaz Özdil, bu yazıyı yazmak benim için çok zor ama size bilgi vermem gerektiğini düşündüm. Musa’nın davasına bakan Karşıyaka 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin heyetinde hâkim olarak bulunmuştum.
Yargılama boyunca titiz çalışma yürüttük. Suçu ve suçluyu ortaya çıkardık. Sanığın, kullandığı servis aracının bakımlarını yaptırmadığını, fren sistemlerinin tamamen bitmiş olmasına ve bu durumu bilmesine rağmen, aracı kullanmaya devam ettiğini ortaya koyduk. Aracın sürücüsüne ‘bilinçli taksirle ölüme neden olmak’ suçundan emsal davalarda çok rastlanmayan miktarda (10 yıl) hapis cezası verdik. Verilen ceza Yargıtay incelemesinden de geçerek onaylandı ve kesinleşti.
Gayet iyi iş çıkardığımızı düşünmüştüm. Ancak, Musa’yı fark edemedik. Onun, bu suçtan duyduğu pişmanlığı, acıyı göremedik ve onun için yapılması gerekenleri yapmadık. Sonunda Musa, kendi mesajını ve kendisi gibi suç mağduru olanların görülmesi gerektiği mesajını canını önümüze atarak verdi.
2005 yılından beri çocuk adalet sistemine ilişkin çalışıyorum. Bir dönem Adana Çocuk Mahkemesi hâkimliği yaptım. Yargı sisteminin, suç işleyen veya suçun mağduru olan çocuklar bakımından iyileştirilmesi için pek çok çaba gösterdim. Bunları şunun için söylüyorum: Benim gibi, adalet sistemi içindeki çocuklara duyarlılığı yüksek olan, onları fark ettiğini düşünen, çocukların korunması için çaba sarf eden bir hâkim bile Musa’yı göremedi. Korunması gerektiğini, psikolojik yardım için önlem alınmasını akıl edemedi.
Meslek hayatımın en acı deneyimini hiçbir zaman unutmayacağım.
Musa’nın sorumluluğunu sırtımda hep taşıyacağım.
Size bildirmek istediğim şeye gelince; Musa’yı geri getirmeyecek ama, onun gibi başka çocukların da olmaması, fark edilmesi için, çocuk adalet sisteminin iyileştirilmesine ilişkin çalışmalara katılmaya devam ediyorum.
Bu kapsamda; Adalet Bakanlığı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Adalet Akademisi ve UNICEF tarafından bir eğitim çalışması yapılıyor.
Çocuk adalet sisteminde çalışan 850 hâkim, cumhuriyet savcısı ve sosyal çalışmacı eğitime tabi tutulacak. Bu eğitim, 70 hâkim, cumhuriyet savcısı ve sosyal çalışmacı tarafından verilecek. Bu 70 kişinin yetiştirilmesine ilişkin eğitim çalışmalarını içlerinde bulunmaktan gurur duyduğum bir ekip yürütüyor. Yetiştirilen eğiticiler tüm Türkiye’de eğitimler verecek ve yargı sistemine giren çocukların ihtiyaçlarının fark edilmesi için duyarlılık yaratacaklar.
Eğitimcilerin eğitimi için yapılan çalışmanın birinci aşaması 26 Haziran-4 Temmuz arasında Eskişehir’de yapıldı. Eğitimin bir oturumunu Musa’ya ayırdık. Bu oturumda ‘Musa’ başlıklı yazınızı okuyup, çocukların korunmasında çocuğun fark edilmesinin temel ihtiyaç olduğunu ortaya koyuyoruz. Görevimizi gereği gibi yapmadığımız takdirde ortaya çıkan acı sonucu görüp, her defasında tekrar sarsılıyoruz.
Böylesi bir okuma ve tartışma benim için çok ağır olsa da, adalet sistemine giren çocukların fark edilmesini sağlamak bakımından son derece öğretici bir örnek olduğu için çalışmanın içinde tutmaya devam ediyoruz.
Vicdani sorumluluğumu kaldırmaya yetmeyecek ama, Musa için hiç olmazsa bunu yapabildiğim için bir parça rahatlıyorum. Sizinle paylaşmak istedim.
Murat Aydın
Hâkim, İzmir, Karşıyaka Adliyesi”

*
Pazar pazar canınızı sıkmak istemezdim ama...
Çocuklarımızın, Ethem’lerin Abdullah’ların Ali’lerin, canlarını önümüze atarak mesajlarını verdikleri şu günlerde... Vicdan sahibi hukukçuların var olduğunu bilmenizi istedim.

Yılmaz Özdil (ayva Yaprağı)

Ayva yaprağı
Geçen yıl temmuz...
Şike savcısı tarihi itirafta bulunmuştu. “Ben Balyoz davasında da çalıştım, şike davasını açtığımız zaman bunun da Balyoz davası gibi 3-4 ay konuşulup biteceğini sandık, ama yanıldık” demişti. Alabildiğine hazin, bir o kadar da gerçekçi tespitti.
*
Bakın mesela, gene temmuz...
UEFA’daki şike davası manşetlerde.
Yargıtay’daki Balyoz davasından
satır yok.
*
E yaz ortasında penguenliğin de âlemi yok.
Zaten nicedir özlemiştim.
Maltepe’deki arkadaşlarıma gittim.
*
Ön bahçede, tel örgüyle bina arasındaki dört beş metrekarelik boşlukta dut ağacı var. Altına bi masa, sekiz-on sandalye sığıyor. Gölgesine oturduk. Çocuklardan konuştuk.
Kimisi ilkokula başlıyor bu yıl, kimisi yaşadığı kâbusa rağmen üniversite sınavında derece yaptı; Denizhan seninle gurur duyuyoruz. Ece oradaydı. Rüya oradaydı. Cansu ve Aysu geldi. Efe geldi. Beril geldi. Elif geldi. Naz geldi. Ege, Atahan, Cenkay, Omayra geldi. Beray nerede yahu dedim. Meğer, altı yaşındaki bızdığım çarşamba günü uğramış babacığına. Denk gelemedim bu defa sarılmaya.
*
Gezi Parkı’ndan, oradaki gençlik hatıralarından, ağaçlardan filan laflarken... Bi kitap ayracı getirdiler. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi, ayva ağacının yapraklarından hazırlamışlar. Hani, nüfus cüzdanlarını ehliyetleri falan şeffaf plastikle kaplarız ya, öyle... İki yaprak, üstünde Mustafa Kemal’in imzası var, altında bi not, “gölgesinde oturduğumuz ayva ağacının yaprakları, Maltepe, 2013”yazıyor.
*
İyi de bu ağaç dut değil mi?
Arka bahçeye götürdüler beni.
Ayva ağacı orada.
Ve, o ayva ağacını oraya Ataol Behramoğlu dikmiş iyi mi... Ataol ağabeyi zamanında buraya tıkmışlar, hayata küseceğine hayatı yeşertmiş, ayva fidanı dikmiş. Ve, yazmış.
*
Maltepe askeri cezaevinin avlusunda, sisler içindeki Büyükada’nın karşısında, oturmuş yazarım bu şiiri. / Eylül başlarında bir cumartesi sabahı, lodos titretiyor ağaçları, yağmur geceden yıkamış çiçekleri / gökyüzü mavi, bulutlar beyaz, ardından baharın geçti koca bir yaz, hapisteyiz hâlâ ve güzün ilk serinlikleri / avlunun dört yanı dikenli teller, tellerin gerisinde nöbetçiler bekler, kapanır uykusuzluktan gözleri / on gündür çocuk sesi duymadım, özledim “baba” deyişini kızımın, özledim beni görünceki sevincini / hayatım benim, kırk yıllık hayatım, seni başarabildiğimce dürüst yaşadım, içim burada da pırıl pırıl şimdi / geçer, güzelim, bu günler de geçer, sökülüp
atılır dikenli teller, koparır halk bir gün zincirlerini...

*
Büyük ozan’ı iftirayla askeri cezaevine tıkacaksın, kızının baba deyişini özleyecek, fidan dikecek, ağaç olacak, gün gelecek pırıl pırıl kurmay albayları iftirayla aynı askeri cezaevine tıkacaksın, o ağacın gölgesinde oturacaklar, baba deyişini özledikleri evlatlarına, o ağacın yapraklarından kitap ayracı yapacaklar...
*
Türkiye niye hâlâ film çevirmek için senaryo arar, inanın bilmiyorum.
*
Ve, o ağacın gölgesinde oturan arkadaşlarımdan biri roman yazdı. İsmi, Kapı... Son rötuşları yapıyor, baskıya göndermeden önce göz atmam için bana verdi. İki gecede yuttum. Sürprizi kaçmasın diye detay anlatmıyorum ama... Sanırım o gölgesinde oturdukları ağacın sihri var. Yıllardır bu kadar iyi kalem okumadım.
*
“Onu, ne zaman sona ereceğini bilmediğim bir özlemle tel örgülerin ardından her gördüğümde, içimdeki ses şunu fısıldadı; ben dünyanın en şanslı insanıyım...”
*
Böyle başlıyor... Haksız muameleye maruz bırakılan “üvey askerlere” ve onların ailelerine adanıyor.
*
İki senedir burdalar. İki senedir hapisler. Hiç bu kadar moralli, hiç bu kadar neşeli görmemiştim onları. Çünkü, Yargıtay’daki davayı son olarak değil, başlangıç olarak görüyorlar. “Ankara’da hâkimler var” diyorlar. Hakikatin, topallayarak da olsa hedefine varacağını düşünüyorlar.
*
Peki, sen ne düşünüyorsun derseniz?
*
Sarılıp ayrılırken, Yargıtay’a verdiği son savunmayı elime tutuşturdu içlerinden biri... O son savunmanın, bana göre her şeyi özetleyen son satırlarını aktarayım sizlere... “Sayın hâkimler, suçun işlendiği anda başka yerde olduğumu, suç aletinin var olmadığını, suçun benim tarafımdan yapılmış olamayacağını resmi belgeler, bilimsel raporlar, bilirkişi raporları, uluslararası resmi belgeler ve tanıklarla ispat ettim. İki yılda toplam 4 dakika konuştum, bana tek bir soru dahi sorulmadı, hiçbir talebim kabul edilmedi. Sizlere tüm içtenliğimle soruyorum. Suçsuzluğumu ispat etmek için daha ne yapabilirim? Gerçek anlamıyla mesleğinin erdemlerini kalbine, aklına, vicdanına yerleştirmiş, insan sevgisi üzerinden adaleti dağıtan bir hâkime rastlayabilmek için Allah’a dua etmekten başka yapılabilecek bir şey var mı? Cevabınız, benim ve ailem için çok önem taşıyor.”
*
Kucaklaştık tek tek.
Her zamanki gibi tel örgülerin ardından el sallayarak uğurladılar beni.
*
Her zamanki gibi onları orada bırakmanın hüznüyle... Ama ilk kez, onları orada son kez ziyaret etmiş olmanın ümidiyle ayrıldım oradan. Hepinize selamları var.

Yılmaz Özdil (Halep ordaysa gerisi burda)

Halep ordaysa gerisi burda
Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum, Halep Üniversitesi 2009’da Tayyip Erdoğan’a verdiği fahri doktora unvanını geri aldı. Üstüne, kınama bildirisi yayınladı.
*
Halbuki dört sene evvel... Sayın başbakanımız sırf bu fahri doktorayı alabilmek için özel uçakla günübirlik Halep’e gitmişti. Halep Üniversitesi’ne girerken, Suriye seninle gurur duyuyor sloganlarıyla karşılanmıştı. Fahri doktora takdim töreninden önce sayın başbakanımızın hayatından kesitler gösteren slayt gösterisi seyrettirilmişti. Bu slayt gösterisinde, sayın başbakanımızın Gazzeli çocuğun yanağını okşarken, Davos’ta Şimon Peres’i fırçalarken falan çekilmiş fotoğrafları vardı. Ayakta alkışlanmıştı, gözleri buğulananlar olmuştu. Törende konuşma yapan sayın başbakanımız, Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi için kanun çıkardıklarını hatırlatarak, “İsrail’e peşkeş çekmekle suçladılar bizi... Ne yazık ki bizim muhalefetimiz bizi tanımıyor. Ama Suriyeli kardeşlerimiz bizi çok iyi tanıyor” demişti. Gene ayakta alkışlanmıştı. Bilahare, fahri doktora cüppesini giyerek, poz vermişti. Halep Üniversitesi’nin 50 senelik tarihinde hiç kimseye fahri doktora verilmediğini, Tayyip Erdoğan’ın ilk olduğunu belirten Halep Üniversitesi Rektörü ise, “başka aday yoktu, çünkü, bütün dünyada Tayyip Erdoğan’dan başka bizim kriterlerimize uyan kimse bulunmuyordu” demişti.
*
Nabza göre şerbet veren Halep Üniversitesi’nin bu yalaka rektörünün adı neydi biliyor musunuz?
Profesör Nizar Akil!
*
“Akil”in yapacağı iş...
Anca bu kadar olur kardeşim.

Yılmaz Özdil (Dindar olmasınlar da bonus kafa mı olsunlar?)

Dindar olmasınlar da bonus kafa mı olsunlar?
“Benim milletim”e verilen son talimat şöyle: Hani şu kredi kartları falan filan diyorsun ya... Alma onları.
*
En az üç doğur.
Kürtaj yaptırma.
Sezaryen yaptırma.
Kadın-erkek eşit değildir.
Evine tüp bağlatamıyorsan...
Nükleer santral bağlat.
Feysbuk çirkin, berbat, tıklama.
Twitter bela, tweet atma.
Alkol içme, üzüm ye, ayran iç.
(Açık açık buğdayı bitirdik diyemiyorum, buğday ithalatı giderek büyüyor diyemiyorum, ne diyeyim... Diyetisyen ayağına yatayım bari.)
Kepek ekmek ye.
Kalkıp Porşe’ye binme.
Fiat’a bin, vosvos’a bin.
Bence bu dönemde lüks eve girme.
Oturduğun yerde oturmaya devam et.
Şu gazeteleri evine sokma.
Şu diziyi seyretme.
Dindar olma da tinerci mi ol?
Bankta kızlı erkekli oturma.
Kadıköy vapuruna binme...
Değerlerimle uyuşmuyor o vapur.
Kredi kartı kullanma.
*
“Benim milletim”e mensup olmanın şartları her geçen gün ağırlaşıyor. Allah’tan “benim milletim”den değiliz yani.

Yılmaz Özdil (Mühür kimdeyse demokrasi odur)

Mühür kimdeyse demokrasi odur
Ethem’i vuranı bıraktılar.
Ali’nin şüphelisini saldılar.
Abdullah’ı öldüreni aramıyorlar.
Palalıyı Fas’a kaçırdılar.
Çakma esnafı rezil eden harbi esnafın ağzına fermuar çekemedikleri için, mekânını mühürlediler. Esnaf çapulculardan zarar görüyor deyip, esnafın kepenklerini kapattılar!
*
50’li yıllar...
Demokrat Parti iktidar.
Bursa’nın ünlü Çelik Palas Oteli’nde cumartesi geceleri orkestra eşliğinde keyifli anlar yaşanıyor, zarif hanımlar beyler, dans ediliyor. Yemekle başlayan müzik, yasa gereği makul bi saatte sona eriyor. İşte gene böyle bir gecenin finalinde, solist kapanış selamını veriyor, teşekkür ederek enstrümanları toplatmaya başlıyor, ki... Arka masalardan tehditkâr bi ses yükseliyor, devam edinn! Herkes dönüp bakıyor, hıyarın biri... Tatsızlık çıkmasın diye orkestra tekrar yerine oturuyor, hıyara tangoyla sesleniyor:
Papatya gibisin beyaz ve ince...
Tango bitiyor, çile bitmiyor.
Elini devaamm devaaamm manasında sallayan hıyar, orkestrayı esir almaya kararlı görünüyor, devam edin dedim, duymadınız mı diye bağırıyor.
Orkestra soliste bakıyor, solist zoraki bi ses tonuyla son tangoyu tekrarlamaya başlıyor:
Nedir bu çektiğim senin elinden, yalvarırım sana gel üzme beni...
Hıyar aniden yerinden fırlıyor, sahneye yürüyor, ağzından köpükler saça saça, çalacaksın, coşkulu çalacaksın diye gürleyerek, solisti ıskalıyor, ayaklı mikrofona tokadı patlatıyor, deviriyor. Orkestra donup kalıyor. Az önce neşeli kahkahaların yükseldiği salona ölüm sessizliği hâkim oluyor, herkes suspus... Otel yetkilisi vaziyete müdahale etmek zorunda kalıyor, bi tanıdık filan çağırıp hadiseyi tatlıya bağlamak için gayet nazik şekilde soruyor, beyefendiciğim siz kimsiniz?
Hıyar kendini tanıtıyor:
Ben demokrasiyim ulan!
Sonra da salona dönüp, nara atıyor:
Memlekette artık demokrasi var ulann, var mı itirazı olan?

*
Netice itibariyle...
İleri demokrasilerde üç günlük mühürlemeye şükretmeli. Gezi parkındaki çadırları tutuşturan zabıtaların, o esnafın mekânını yakmadığına dua etmeli!

Kerkenez

Nedir derseniz... Sayın ahalimiz Elazığ’da kerkenez buluyor. Ayağına halka takılı. Göç yollarını takip için kullanılan rutin yöntem. Üstünde Tel Aviv filan yazıyor. Aha İsrail casusu yakaladık diyorlar, kafese koyup koştura koştura kaymakama götürüyorlar. Kaymakam n’aapsın, kerkenezi MİT’e teslim edecek hali yok, Orman Müdürlüğü’ne teslim ediyor. Yok öyle... Sayın ahalimiz casusun peşini bırakmıyor, n’ooldu bizim casusun akıbeti diye hesap soruyor.
 
*

Kerkenezi sorgulasan, ciyk diyor, başka bi şey demiyor. Kerkenezce bilen de yok. İyisi mi diyorlar, biz bu kerkenezi Fırat Üniversitesi’ne götürelim, röntgenini çektirelim, ciğerine böbreğine bakalım, iç organlarına gizlediği kamera, dinleme cihazı falan var mı, kontrol edelim. Hayvancağızın kanatlarını ayaklarını çarmıha gerer gibi açıyorlar, yukarıda gördüğünüz röntgen filmini çekiyorlar.

*

İşin ekstra hazin tarafı... Ancak internet ortamında büyüterek baktığınızda görebilirsiniz ama, röntgenin sol üst köşesinde hastanın adı, dosya numarası, röntgenin çekildiği tarih ve saat yer alıyor. “Hastanın adı” olarak ne yazıyor biliyor musunuz? 
İsrail Ajanı yazıyor!

*

Talihsiz kerkeneze alenen yargısız infaz yapılıyor, henüz suçu sabit değilken Fırat Üniversitesi’nin kayıtlarına adıyla soyadıyla İsrail Ajanı olarak giriyor.

*

Neyse... Bağırsağına kursağına filan güzelce bakıyorlar, röntgen temiz çıkıyor. Orman Müdürlüğü resmi duyuru yayınlıyor, kerkenezin üzerinde “herhangi bir cihazın olmadığını” açıklıyor. Kerkenez ak’lanıyor, doğaya salınıyor.

*

PKK’lılar elde Kalaşnikof cirit atıyor, şehitlik açıyor, yol kesiyor, trafik kontrolü yapıyor, kameralara poz veriyor, Suriye sınırı folofoş olmuş, giren çıkan trafiği Boğaz köprüsünden daha yoğun, lunaparklarda havalı tüfekle vurulan plastik ördeklere döndük, topraklarımıza bi gün havan mermisi düşüyor, bi gün roket...

*

Sayın ahalimiz hâlâ kerkenezin röntgenini çekiyor, içine bakıyor, ki, mikroçip filan olmasın.

*

Uzun lafın kısası... Allah sonumuzu hayretsin kardeşim.

30 Temmuz 2013 Salı

Osmanlı Çevre Kültürü

 Doç. Dr. Said Öztürk

Her duyuş ve tavrın arkasında geniş bir inanışlar dünyası vardır. Atılan her adım, söylenen her söz ve ortaya konulan her tavır bir zihin dünyasının ürünüdür.

İnsana ve metaya bakış tarzı, dünyayı algılayış biçimi ferdin tüm davranışını, hem cinsleriyle olan ilişkilerini ve dünyayı değerlendiriş biçimini etkiler. Dünyayı ve içindeki canlı ve cansız bütün varlıkları kendisinin istifadesine sunulan birer nimet ve kendisine tevdi edilen bir emanet anlayışına sahip insan ile bütün dünyayı ve içindeki her şeyi sömürülecek ve mümkün olduğunca tüketilecek bir şey olarak telakki eden insan kuşkusuz farklı davranış biçimlerini sergileyecektir.

Osmanlı’da çevre kültürünün zihni arkaplanını İslam belirlemektedir. Osmanlı toplumu mozaik bir toplum olmakla birlikte onu belirleyecek en iyi tanım İslam toplumu kavramıdır. Dolayısıyla İslami verileri dikkate almadan Osmanlı yöneticisinin çevreye ilişkin düzenlemelerini ve halkın çevreye karşı tutumunu değerlendirmek eksik kalır. 

İslam’da çevrenin korunması bazı esaslara müstenittir; israf haramdır, temizlik dinin yarısıdır, zararı def menfaatı celb etmek lazımdır, amme menfaati korunmalıdır. Bu esaslar bütün İslam toplumlarında bulundukları çevrenin korunmasında etkili olmuştur .

İslam optimum noktayı gözetir. Kur’an bu sebeple denge ve muvazeneden söz eder. Kamer suresi 49. ayette "Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık" denilmektedir. Yine Rahman suresinin 7. ve 8. ayetleri "Göğü Allah yükseltti ve mîzanı (dengeyi) O koydu. Sakın dengeyi bozmayın" buyurulmaktadır. İnsanoğlu bir imtihan için dünyaya gönderilmiştir. Buradaki hayatı geçicidir. Hududullah içinde yaşaması istenmektedir. Hududullah Allah’ın belirlediği ve Kuran’da açıklanan sınırlardır. Hududullah insanın dünyada bir muvazene içinde hayatını sürmesini sağlar. 

Dünya bir nimettir. İnsanoğlu bu nimeti korumakla ve israf etmeden bu nimetten faydalanmakla mükelleftir. Çünkü verilen nimette diğer insanların ve canlıların hakkı vardır. Nimette israf ve nimeti gözetmemek bir nankörlük ve hakka tecavüzdür. Zira Kuran’da İbrahim suresi 32, 33 ve 34 ayetlerde; "(O öyle lütufkâr) Allah'tır ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten suyu indirip onunla rızık olarak size türlü meyveler çıkardı; izni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi; nehirleri de sizin (yararlanmanız) için akıttı. Düzenli seyreden güneşi ve ayı size faydalı kıldı; geceyi ve gündüzü de istifadenize verdi. O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. …" denilmektedir. Yine Rahman suresi 10. ayetinde "Allah, yeri canlılar için yaratmıştır." buyurulmuştur. Bir başka ayette ise (Nahl/ 72), “Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı, eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı ve sizi temiz gıdalarla rızıklandırdı…”.

Kuran temizlik konularında İslam toplumunu daima uyarıyor. Pek çok ayeti kerime manevi temizliğin yanında maddi temizliğe de atıfta bulunmaktadır. Müddesir suresi ayet 4’de; “Elbiseni tertemiz tut”. Mü’minun suresi 51. ayette; "Ey Peygamber! Temiz olan şeylerden yeyin; güzel işler yapın. Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyle bilmekteyim." Hac suresi 26. ayette;“ Bir zamanlar İbrahim'e Beytullah'ın yerini hazırlamış ve (ona şöyle demiştik): Bana hiçbir şeyi eş tutma; tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rükû ve secdeye varanlar için evimi temiz tut.” 

Kuran cenneti ağacı, yeşili, suyu bol olarak tarif eder. Vâkı'a suresi ayet 30-31’de Cennet ehlini; "Daimi gölgededirler, çağlayıp duran su başlarındadırlar" diye anlatır. Benzer anlamları taşıyan pek çok ayet, içinde yaşanılan ve olması gereken çevrenin nasıl olmasına böylece atıfta bulunur.

Bu zihni arkaplana sahip İslam toplumları daha Hz. Peygamber döneminden itibaren çevrenin korunması hususunda özen göstermişlerdir. Çevrenin korunmasına ve çevre düzenlemesine ilişkin Hicri birinci asırdan çok sayıda örnek göstermek mümkündür. En basit şekliyle umumun geçeceği yolların genişliğine ilişkin Hz. Peygamberin bir hadisi şöyledir; "Yol hususunda ihtilaf ederseniz genişliğini yedi zira' yapın." . Yine, Hz. Peygamber yeni kurulan mahallelerdeki sokakların, iyice yüklenmiş iki devenin birbirlerine değmeden rahatlıkla geçebilecek genişlikte olmasını emrediyordu . Başta insanın kendi bedeninin temizliği olmak üzere, yaşanılan mekanların, çevrenin, suyun temizliği konuları da Hz. Peygamberin hadislerinde yerini almıştır; “avlularınızı ve meydanlarınızı temiz tutun” . "Allah temizlik olmayan namazı kabul etmez…" . "Sakın sizden kimse, durgun suya akıtmasın, bilahere onda yıkanır" .

Ağaç ve orman konusunda da Hz. Peygamberin hassasiyeti bilinmektedir. Bizzat kendisi 500 hurma ağacı dikmiştir. Çevrenin korunması, yeşilin muhafazası konusunda şu hadis Hz. Peygamber’in net tavrını ortaya koymaktadır; "Kim bir sidre ağacını keserse, Allah onun başını cehenneme uzatır". Hz. Peygamber Taifliler’le yaptığı anlaşmada çevredeki ağaçların korunmasını, av hayvanlarının avlanmamasını şart koşmuş idi. Hz. Peygamer’in ağacı ve ormanı koruma yönünde aldığı tedbirler günümüz için önemli mesajları kapsıyor. Medine ovasında yetişmiş ağaçların kesilmesini yasakladığı gibi, yeni ağaçlık ve orman meydana getirilmesini de emrediyordu. Hz. Peygamber Medine’nin uzak bir bölgesinde orman bölgesini şartlı kesime açmış, ağaç kesmek isteyene kestiği ağacın yerine yenisini dikme şartını koşmuştur. Yine Medine’de 12 millik sahayı koruluk ilan etmiş ve ağaç kesimini yasaklamıştır . Buna benzer örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Osmanlı sultanları tebaya “vediatullah” olarak, yani Allah’ın bir emaneti olarak bakıyorlardı. Bu konuda Sultan I. Ahmed’in ifadesi çok açıktır. Sultan I. Ahmet’in meşhur adaletnamesinin başında “re‘aya ve berâya ki vedâyi‘-i Cenâb-ı Kibriyadır” denilmektedir. Bu bakış açısı bir ilke gibi bütün Osmanlı sultanlarında görülür. Zira 16. yüzyılın kayıtlarında bu ifadelere rastlanıldığı gibi 17, 18 ve 19. yüzyıl kayıtlarında da görülmektedir. Bu emanet ve sorumluluk anlayışı Osmanlı sultanlarını tebanın her türlü zulüm ve fenalıkdan, haksızlıkdan korunması ve hakkının teslimi hususunda titiz davranmalarını gerekli kıldığı gibi, halkın "terfih-i ahvalleri" yani refah seviyelerinin yükselmesi hususunda da özen göstermelerine sebep olmuştur . Halkın terfih-i ahvali yani hayat standartlarının yükselmesi sadece satın alma gücünün yükselmesi ile değil, bulunan fiziki çevrenin de yaşanabilir bir mekan olmasıyla mümkündür. Bir tarafta insana, metaya ve dünyaya emanet anlayışı diğer tarafta tebanın terfih-i ahvalleri gibi bir temel prensip fiziki çevrenin kirlenmemesini ve korunmasını gerekli kılıyordu.

Osmanlı’nın çağdaş dünyaya bıraktığı en önemli bir miras da çağdaşlarının çok ötesinde bir çevre kültürü bırakmış olmasıdır. Osmanlı insanı ve yöneticisi kendisini tabiata göre şekillendirirken bu günün modern toplumları veya insanı, tabiatı kendisine göre şekillendirmeye çalışmaktadır. Osmanlı bahçeleri tabi yetişme ve gelişme seyri içinde bırakılırken, modern bahçelerimizde yetişen bitki ve ağaçlara geometrik şekiller verilme uğruna müdahale edilmektedir. 
Günümüz çevre problemleri sanayi toplumlarının bir armağanıdır. Sanayi devrimini gerçekleştiren kıta avrupası ve İngiltere daha fazla üretim ve daha fazla kazanma uğruna içinde yaşadıkları fiziki çevreyi heba etmişlerdir. Ne var ki bu konuda ilk çözüm arayanlar da onlar olmuştur. Türkiye’de çevrenin korunması ve çevrenin kirliliği meseleleri oldukça yenidir. Türkiye batının yaşadığı süreçten aynen geçiyor, mümkün olduğunca çevreyi daha çok tüketme yarışına gidiyor. 

Osmanlı’da çevrenin korunması ve bu kültürün oluşmasına ilişkin daha belirgin örnekler üzerinde durmak istiyoruz. Osmanlı’da çevrenin, havanın, limanların ve körfezlerin, cadde ve sokakların temizliği konularında pek çok örnek vardır. 1539 tarihli Edirne çöplük subaşısı’na verilmek üzere düzenlenen yasakname aradan geçen bunca zamana rağmen önemli oranda güncelliğini korumaktadır. Yasaknamenin muhtevasına bakıldığında, şahısların ev ve dükkanlarını temiz tutmaları, pislik varsa giderilmesi, çöplük subaşısının mahallelerdeki mezbeleyi kaldırtması, hamamların katı ve sıvı atıklarının uzaklaştırılması, evlerden çamaşır sularının yola dökülmemesi, hayvan laşelerini insanların yaşadığı mekanlardan derhal uzaklaştırılması, açık mezarlık bırakılmayıp duvar çekilmesi, arabaların özel park yerlerine konulması gibi hususları kapsadığı görülmektedir . 

Ormanların ve koruların korunması yönünde de Osmanlı yönetimi titiz davranmıştır. 1559 tarihli bir divan kararında Sapanca dağlarından ağaç kesiminin yasaklandığı belirtilmektedir . Özellikle korulardan ağaç kesimine dikkat edilmiş, korular daimi surette gözetim altında tutulmuştur.

Osmanlı Devleti’nde özellikle 19. yüzyılda bataklıkların kurutulması yönünde pek çok çalışma yapılmıştır. Bu çalışmalar bu tür yerlerin hem zirai üretime açılması gibi iktisadi kaygılar üzerine ve hem de bölgenin havasının düzelmesine ve çevrenin yaşanabilir hale gelmesi yani çevre kaygısı üzerine yapılıyordu. Mesela 25 temmuz 1886 tarihli belgede Çanakkale’nin havasının bozulmasına sebep olan 60 bin zira bataklığın kurutulmasına ilişkin bilgiler yer almaktadır .

Limanların temiz kalması noktasında da Osmanlı yöneticilerinin çalışma yaptıkları görülüyor. 1559 gibi erken bir tarihde Ağriboz limanına gelen gemilerin safra dökmelerinin engellenmesi için Ağriboz sancakbeyine hüküm yazılmıştır . Limanların temizlenmesine ve temiz tutulmasına ilişkin daimi bir gözetim sürmüştür. 1779 tarihli bir hükümde Unkapanı iskelesine mezbele, süprüntü nakl ve ilka olunmayarak eskiden beri Ayazma iskelesi yakınlarında çöplük tabir olunan yere dökülmesi isteniyordu . 

Şehirde oluşan evsel sıvı ve katı atıkların uzaklaştırılması hususu da dikkat çekmektedir. Mahalle sakinlerinin mutlaka katı ve sıvı atıklarını bir nizam dahilinde atmaları gerekiyordu. Mesela 1593 tarihli kararda çirkapların yani sıvı atıkların evlerden gelişigüzel dışarı akıtılmaması isteniyordu . 1742 yılında Büyükçekmece’de zimmi iki komşu arasında geçen bir anlaşmazlıkta, çirkap sularını yani sıvı atıkları gelişigüzel akıtan komşunun diğer komşunun evine zarar verdiği konu edilmektedir. Diğer taraftan şikayet edilen aynı şahsın yaptığı yeni evin penceresi diğer komşunun mahall-i nisvan olan bahçesine vs mahalline baktığı ifade edilmektedir. Problem "zarar-ı şer’i olduğu gerekçesiyle mahkemeye intikal etmiştir . İslam Hukukundaki zarar-şeri kavramı ve Osmanlı’daki uygulamaya bakıldığında çevre korumacılığında başvurulacak hukuki bir ilke olarak anlamı genişletilebilir. Osmanlı’da zarar-ı şer’i ilkesinin işletilmesi özellikle şehirciliğin sağlıklı gelişmesinde önemli katkısı olmuştur. Mesela Kayseri’nin Germun? köyünde Gireko adlı zimmi bir kişi, kendisi bir başka yerde iken Serkiz adlı komşusu bunun evi üzerine yeni bir ev inşa ettiği ve kendi evine “zarar-ı şer‘îsi” olduğu gerekçesi ile şikayetçi olmaktadır . Zarar-ı şer‘iden kasıt eve güneşin gelmesini önleme, penceresini kapatma, evi tehlikeye sokma gibi zararlara ilave olarak, günümüzün modern toplumlarında hiç gündeme gelmeyen özellikle müslümanların oturduğu semtlerde aile mahremiyetine halel verecek yapılanmalardır. Mesela yeni inşa edilen veya edilecek bina daha yüksek olup da komşunun avlusu görülerek aile mahremiyetine halel geliyorsa bu zarar-ı şer‘î kapsamına girerek mahkemeye şikayet hakkı doğmaktadır . 

Katı ve sıvı atıkların atılması ile ilgili benzer bir problem 1747 yılında Karamürsel’de geçiyor. Komşunun biri evin atık suyunu hali yere değil de diğer komşunun evi tarafına döktüğü sebebiyle konu mahkemeye intikal etmiştir . 

1760 tarihli bir karar çevre temizliği konusunda önemli ipuçları vermektedir. Eyüp’te bakkal, manav ve diğer çarşı esnafı dükkanları önünü temizledikleri, toplanan mezbeleyi ise Taşlıburun nam mahalle naklettikleri halde bu tarzı devam ettirmeyerek dükkan önlerini temizlemeyip, toplanan mezbeleyi sel geldikçe sele attıkları şikayet konusu oluyordu. Vaki şikayet üzerine alınan kararda esnafın dükkanlarının önünü her gün temizlemeleri, toplanan çöpü de Taşlıburun’a nakletmeleri isteniyordu. Mahalle sakinlerinden atık sularını yola bırakanların da tenbih edilerek atık suların umumun geçtiği yola bırakılmaması, toplanan çöplerin de başka bir mahalle nakledilmesi isteniyordu. Burada alınan kararların önemli bir gerekçesi ibadullahın tazyik edilmemesi idi .

1746 yılında Üsküdar’da geçen bir hadise ise Osmanlı toplumunun da çevre temizliği konusunda duyarlı olduğunu gösteriyor. Hadise şudur; Davud Paşa Cami civarında Bostan sokağında bulunan bazı mahalle sakinleri ile aynı sokakta bulunan sütçü dükkanı sahibi çirkaplarını yani sıvı atıklarını yola döktükleri, sokağı pisledikleri ve geçenleri rahatsız ettiği şikayet konusu oluyordu . Çünkü umumun geçtiği yollara ve güzergahlara kesinlikle süprüntü dökülmemesi gerekiyordu . 1763 yılında Kasım Paşa ahalisinin şikayeti üzerine gündeme gelen konu ise, yukarı mahallelerin katı ve sıvı atıklarının Kasım Paşa’ya inen dereye bırakıldığı bunun ise Kasım Paşa ahalisini, gerek yaz günleri kokusuyla gerekse yağmur dolayısıyla taşan dereden etrafa mezbelenin taşmasıyla rahatsız ettiği, bundan böyle yukarı mahallelerin katı ve sıvı atıklarını evleri civarında açılacak kuyulara akıtılması ve buna uymayanların cezalandırılması isteniyordu .

Osmanlı yöneticilerinin üzerinde durdukları önemli konulardan biri de yapıların bir nizam dahilinde inşasıdır. Özellikle İstanbul ile ilgili bütün Osmanlı dönemlerinde fevkalade düzenlemelerin yapıldığı görülür. 1559 tarihli bir divan kararı sur diplerine ev yapılmamasını istiyordu. Kararda yapılacak ev ve dükkanların hangi ölçüler içerisinde yapılması gerektiği de açıklanıyordu . Aynı tarihli bir diğer karar yine sur diplerine ev ve dükkan yapılmaması ve yapılan ev veya dükkanların yıktırılmasını ifade etmektedir . Sur civarına ev ve dükkan vb. binaların yapımı 16. asırdan itibaren daimi bir şekilde kontrole tabi tutulmuştur. Şehirde yapılacak binaların mutlak surette bir plan dahilinde yapılması daima gözetilmiştir. 1744 tarihli bir kararda Balat’ta inşa olunacak binanın belirlenen ölçüler içerisinde yapılmasına ruhsat verildiği, bu ölçülere uymadığı takdirde yıkılacağı belirtilmektedir . 

Şehir planlaması noktasında görülen bazı düzenlemeler de dikkati çekmektedir. Mesela 1572 tarihli belgede, Zeyrek camiinin hali arsası üzerine yapılan bir ev ile alakalı davada çok katlı evlerin camilerden en az 5 zira uzak olması ifade edilmektedir . 1573 tarihinde Mimar Sinan’a gönderilen bir hükümde Ayasofya camii etrafına usulsüz yapılan evlerin ve binaların yıkılması ve camiin sağ ve sol taraflarının 35’er arşın boş bırakılması istenmektedir . 

Yine Osmanlı İstanbul’unda binaların yapımı ile ilgili hususlar içerisinde yanan evlerin taştan yapılması, caddeler üzerine şahnişin ve çardak çıkarılmaması gibi şehir nizamına halel gelecek yapılanmalar önlenmiştir. Yine cahil mimarlara iş verilmemesi de alınan bir başka önemli tedbir olarak gözüküyor . Ev ve dükkanların kargir yapılmasına dair düzenlemelere gidilmiştir . 1719 tarihli ferman ise kesinlikle ahşap bina yapımını yasaklıyordu. Aynı fermanda sur içi ve dışında Yahudi ve Hristiyanların 2 kattan yüksek bina yapmaları da aynı yasaklama içerisinde yer alıyordu . 1725 tarihli bir başka fermanda ise Müslüman ahalinin ve gayrımüslim ahalinin yapacakları evlerin yüksekliği konuları işlenmektedir. Bu düzenlemede gayrimüslimlerin yapacakları evler nihai olarak Müslümanlarınkinden daha alçak olacaktı . 

Mahallenin ihtiyacını karşılayacak çeşmeler, sokaklarına kaldırımlar ve lağım yapılıyor, kaldırımların ve sokakların temiz tutulmasına, bozulan kaldırımların tamirine özen gösteriliyordu . Çevre temizliği ve çevre düzenlemesi hep insanı kaygılar üzerine bina ediliyordu. Mesela, Yahudilerin yaya kaldırımlarını bozduklarına dair yapılan bir şikayet üzerine verilen kararın gerekçesinde bu bozuk kaldırımlarda a’mâ ve piri fani insanların gelip geçerken zorluk çektikleri belirtiliyordu . 

İstanbul’un önemli meydanlarından olan Atmeydanı ve Bayezit meydanının temizlenmesi de ilgili kişilerin dikkatinden kaçmamıştır. 1585 tarihli bir hükümde çöplük subaşısından Atmeydanı’nın yılda bir, Bayezit meydanının ayda iki kere temizlenmesi isteniyordu . 

Şehre gelen içme suyu konusu da yöneticilerin üzerinde hassasiyetle durdukları konulardan biri idi. Suyun şehre geldiği yol güzergahına iskan yapılmaması temel bir prensip gibi gözükmektedir. 1567 tarihinde Haslar kadısına yazılan hükümde Kırkçeşme suyu ve diğer suların geçtiği güzergahlara bağ, bahçe yapılması, ev inşa edilmesi kesinlikle yasaklanıyordu. Aynı karar metninde suyolunun 3 zira üstünde ve 3 zira altında kalan yerlere bağ dikilmemesi isteniyordu . Bir başka kararda yine benzer hususlara değinilmektedir . 1758 tarihli bir diğer kararda İstanbul’a su gelen Kırkçeşme kemerleri arkasında Bend-i Kebir bitişiğinden geçen umumi yol üzerine yapılan ev ve fırının yıkılması isteniyordu. Zira bu yapıların sıvı ve katı atıklarının bende akan nehrin suyunu kirletmesi söz konusu idi . 

İstanbul için önemli düzenlemelerden biri de uzun süre devam eden göç yasağıdır. Göç yasağının kuşkusuz iktisadi, sosyal ve siyasi başka sebebleri de vardır. Ancak göç yasağının İstanbul’un fiziki yapısının bozulmamasında önemli katkısı olduğu söylenebilir. Şüphesiz 500 bin nüfusa sahip İstanbul ile bu nüfusun üzerindeki İstanbul’un çevre ve temizlik problemleri de farklı olacaktır. Göç yasağına ilişkin Osmanlı arşivlerinde çok sayıda ferman ve diğer kayıtlar bulunmaktadır.

Osmanlı’da çevre meselesi, tabi dengenin muhafaza edilmesi ve ibadullahın hukukunun korunması gibi temel esaslardan haraketle ele alınmıştır. Yaşanılabilir bir çevre için tüm Osmanlı asırlarında pek çok tedbir ve düzenlemenin yapıldığına Osmanlı Arşiv kayıtları bize tanıklık etmektedir. Bu tedbir ve düzenlemelerde insani kaygıların önemli rol oynadığı görülür. Bu sebeple Osmanlı’da çevre-insan ilişkisi günümüz modern toplumlarında var olan anlayıştan farklı bir düzleme oturmuş, tabi dengenin muhazasına özen gösterilmiştir. Yapılar insan ruhuna ve tabi çevreye uyum içinde inşa edilmiş, yeşile şekil verilmemiş, tabi seyri içerisinde korunmuştur. Koca Sinan’ın mükemmel ve muhteşem eserlerine bakıldığında 16. asır gibi erken sayılacak bir dönemde şehrin tabi silüetine halel verilmeyerek sözünü ettiğimiz dengeye fevkalade dikkat edildiği görülür . Zira tabi dengenin muhafazası ilahi ikazla emredilmiştir; “Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık”, “Sakın dengeyi bozmayın” .